24 Şubat 2014 Pazartesi

Empirik Dejavu


EMPİRİK DEJAVU

Seninle bir yerde tanışmıştık. Şu an çıkaramıyorum, önemi yok bazen kendimi de unuttuğum oluyor. Saçların siyahtı o zamanlar, muhtemelen yanılıyorumdur. Bir noktada bütün insanlar birbirine benziyor. İnsan bedeni nedir ki…İkimizin de aylak ve tekin olmadığı bir gecede pagan şarkılar çalan grubun çıktığı sahnenin hemen önünde saçları bembeyaz olan vampir görünümlü 21 yaşında bir genç vardı. Muazzam bir psişik yetenekle ne zaman gözlerimizi onun üzerine diksek fark ederek bize gülümser ve her notasını ezberlediği şarkıyla kendinden geçerdi. Bu olaydaki ana karakter belki sen değilsindir ama şu an öyküyü anlatırken ikimizin de bu sahne içinde olduğunu canlandırabiliyorum. 


Muhtemelen bende telefon numaran yoktur. Yine de bunun çok önemli olmaması gerekir. İkinci dereceden her iletişim sürecinde olduğu gibi bir insanı 10 tane rakamla adlandırmak ve bunları tek tek tuşladığında ona ulaşabilmek bütün bunları mekanikleştiriyor. Sanırım ilk tanıştığımızda mavi saçlıydın, bunun üzerinde çok durma, muhtemelen yanlış anımsıyorumdur ve o sıralar şehrin en esaslı serserilerinden biriydim ben de. Serseriliğim salt davranışlarımdan doğmuyordu. Yine de bütün şehirde benim kadar irrasyonel bir kişi olmadığına bahse girebilirdin. O yıllarda pek duygusal bulmazdım seni ve bu açıdan seni her şeyden çok ilgiye değer bulurdum. İlgim ağlak aşıkların ezberlediği reflekslerden oldukça farklıydı. Tümüyle anın içinde bulduğumuz, kesintisiz bir odaklanmaya dayanan bir ilgiydi bu. Bugüne dek kimsenin sana, benim o günlerde yoğunlaştığım kadar yoğunlaşmadığına bahse girebilirdin. 





Süreklilik arz eden her şey gibi ilişkiye de karşıyım ama sadece haftanın belli saatlerinde benimle çıkmayı kabul edebilecek -mesela cumartesi 12.00-14.00 arası- bir kız olsa onunla takılabilirdim belki demiştim ve gerçekten böyle biriyle tanıştığımda bu işteki matematiksel süreklilik bize anlamsız görünmüştü. Ve hemen bu tasarıdan vazgeçmiştik. Seninle son tanıştığımızda -sanki 4-5 kere yeniden seni tanımış gibiyim- oldukça dolu dolu gülümserdin ve ben bu gülümsemenin cazibesinin masumiyetten gelmediğini, tam aksine hayata dair her şeyi deneyimlemeye hazır -birçok şeyi de deneyimlemiş- bir vamp kadının gülümsemesi olduğunu bilirdim. O yıllarda neler yaptığımın pek önemi yoktu -açıkçası çok önemli şeyler yapıyor da değildim- ama bir şekilde şehir bizi önemli olduğumuza inandırmıştı. Metroda gördüğümüz geçici yüzler bile bunu doğrular biçimde bize bakardı o günlerde ve yürüyen merdivenin sonuna vardığımızda sokağın bizi nereye sürüklediğine aldırmazdık.

Canlı bir akım gibi sokaklarda oradan oraya savrulurken, konuştuğumuz her insanın, yaşadığımız her anın ve bir şekilde parçası olduğumuz her öykünün, gün doğumuna kadar sarkan her uzun gecenin ve kendimizi bulduran her şarkının sonunda gerçekten hiçbir şeyi düşünmeden karanlık koridorun sonunda akmakta olan sahneye giderken bir an için durur ve birbirimize bakardık. Senin bana sorduğun ve benim bir kerede cevaplayamayacağım -o günlerde hiçbir şeyi cevaplayamıyordum- sorulardan kaçma adına başka başka yönlere doğru ilerleyen bir girdap içerisinde yitip giderken, aslında bir şekilde ayakta -yalpalasak da- durabildiğimizi görürdük. İnsanlara çarpa çarpa kendimize bir yol açmaya çalıştığımız bu kalabalığın ortasında –çılgın kalabalıktan uzak- kalabilen birilerinin olup olmadığını umursamadan ilerledik hep.

Bir ormanın başlangıcında marketten aldığım küçük çikolataları tek tek incelerken git gide kısılan gün ışığına doğru uzanan mistik ormana bakardım. Kimsenin ilgi göstermediği bu topraklara doğru açılan bir yazgım olduğumu bilirdim ama yazgımın beni nereye götüreceğini umursamazdım.

Yıllar önce bir kez daha tanışmıştık seninle. O yıllarda henüz hümanist ve duygusal bir çocuktum. Saçma fikirlerim vardı. Şu an içinde olduğum deneyimlere oranla her şey fazla yeniydi benim için ve bütün acemiler gibi bisikletin üzerinde son hızda sahil boyunca ilerlerdim. Ve belki de bu uzun ilerlemeler tümüyle yok etti duygusal yönümü. Bir öykü anlatmıştım sana, bilirsin bir gün geçmişi olmayan bir adam, geleceğini aramaya çıkmış…


Bu uzun tiradımın ardından belki de kim olduğunu anlamak için sana adını sormam gerekiyor. Belki de adını hiçbir zaman anımsayamayacağım. Şizofren bir filozof çok konuşmak insanın kendini gizlemesinin bir yoludur, demişti. O yıllarda da, şimdi olduğu gibi gereğinden fazla konuşuyordum. Şimdi sesim kısıldığı için fazla uzatmayacağım. Bir keresinde, bir yaya geçidinde karşılaşmıştık, bir keresinde yürüyen merdivenin başındayken görmüştüm seni, bir keresinde bir barın balkonundaydım, ben seni görmüştüm ama sen beni görememiştin.


O yıllarda da ilişkiye inanan, kariyer tasarıları yapan ve dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi saçma sapan yaşantısına yeni anlamlar katmaya çalışan insanlar vardı ve biz o yıllarda da uzaktık onlara. Her gün 18.35’te The Doors’tan The End’i dinlerdim. Odanın içinde şarkı dalgalanırken, parça parça uzayan beş kesintisiz gün boyunca oradan oraya savrulduğumuz festivallerden birinde, soğuk bir gecede, gökyüzünün ne kadar da anlamlı olduğunu düşünürdüm. Hiçbir şey yapmadan saatlerce bakabilirdim ona, saatlerce susabilirdim çok konuşmama inat… Bütün bunları bir başkasıyla paylaşmaya  gerek kalmazdı. Gecenin 5’inde Bulutsuzluk Özlemi tatlı bir hüzünle “Güneye Giderken”i çalarken, solda güneş yükselirdi ve çocuklar gibi zıplardık hiçbir şeyi düşünmeden. Henüz müzik dinlemediğim yıllarda -11 yaşındayken- bir gün Bulutsuzluk Özlemi ve DSS’yi dinlemeyi planladığımı anlatmış mıydım sana. Söylediğim bunca anlamsız şeyin ortasında en azından buna da değinmiş olmalıyım. Ve sen de o yıllarda benim gibi olmalısın. O yıllarda da dolunay en parlak haliyle bütün yıldızları gölgede bırakırken, -hala şiir yazabiliyordum- anlamsız birçok şeyin içinde olurdum. Yaşadıkça profesyonelleşiyor insan.

Şu an üzerinden geçtiğimiz bu anın ortasında her şey ne kadar da kusursuz ve sen ne kadar da gerçeksin. Kendi bir başkasıdır, demişti Fransız bir şair, Fransızca bilmediğim için yanlış anımsıyor da olabilirim. Şu an bir başkası olduğum gerçeği ne denli doğru görünüyor sana ve bir fast food restaurantının balkonundan bütün bu telaşlı insanları izlerken neden böylesine anlamsız bir yerde durduğumuzu da düşünmeden, bütün bunları bir köşede  bıraksak, şehir eskisi gibi yerinde kalsa -oysa çoktan değişmiştir- yine de girdiğimiz hiçbir sokakta geçmişe dair bir şey bulamayız. Geçmiş diye bir şey yoktur, demişti amatör bir kuantumcu; bilmem anımsıyor musun? Birbirine eklendiğinde buradan Ay’a kadar gidebilecek bütün bu anların aslında varoluşun açılım sürecindeki küçük detaylar olduğunu ikimiz de biliyoruz.

Bir keresinde zamanı gerçek anlamda durdurmaya çalıştığımı söylemiş miydim sana?
Bir keresinde aynanın karşısında kendime bakarken üç saniyeliğine de olsa adımı çıkaramadığımı?
Bir keresinde gördüğüm bir düşün bir sene sonra bire bir yaşandığını?
Bir keresinde çok cesur olduğumu ama bunu ne kendimin ne de bir başkasının anımsamadığını ve bu cesaretin anlamsızlığını?
Bir keresinde 24 saat aralıksız yürüdüğümü ama yolun hiçbir yöne çıkmadığını ve biraz düşündükten sonra yürümeye devam ettiğimi?

Bütün bunlar gerçekten yaşanmış olabilir. Ve bu hiçbir şeyi değiştirmezdi.





enjolras
www.twitter.com/enjolrasx

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder