INTO THE WILD
Bu süslü sözcüklere
boğulmuş bir film incelemesi değil. Bu yazıyı yazan bir insan değil. Anlatılan
bir bireyin öyküsü değil, hepimizin öyküsü… Ve eğer “Into the Wild” üzerine
konuşacaksak, entelektüel kavramlar içinde hayatın şiirini yitirmiş olanlardan
olmayacağız. Alexander Supertramp olacağız. Ve konuşan biz değil, “varoluş”un kendisi olacak.
Into the Wild ve Ben-1
Yaklaşık 6 yıl önce bir arkadaşım bu filmden öyle etkilenmişti ki, kendini her şeyden soyutlayarak bir yere kapatmıştı. Son
6 aydır her gün dinlediğim The Wall’un CD’sini verdim ona ve dedim ki The Wall'da sıra Hey You'ya geldiğinde Pink
öyle çaresizdir ki...Odanın en ucunda büzülmüş, gözleri ifadesini tamamen
kaybetmiştir. Ve yardım ister, ama sesini duyacak kimse yoktur orada. Kimse
bilemez o kapının ardında neler olduğunu. Kimse bilemez hayata karşı
direnmenin, en sonuna kadar direnmenin ne kadar güç olduğunu. Gerçekten kimse
bilemez, en dipten sonrasının ne olduğunu...
ALEXANDER SUPERTRAMP
Into
the Wild, Chris’in mezuniyet töreniyle başlıyor. Bütün şatafatlı seremonilere,
ritüellere ve gelenekselleşmiş zırvalıklara rağmen Chris her şeyin ne kadar
yavan ve bayağı olduğunu görüyor. Kendi egolarını çocukları üzerinden tatmin
etmenin gururuyla dolu ailelere ve bir an önce kendini pazarlama tutkusuyla
sarhoş olmuş arkadaşlarına bakarken derin bir “Bulantı”(bkz.Sartre) duyuyor ve sahneye
ciddiyetsizce çıkışında dışa vuruyor bu tepkiyi.
Ailesini
tanıdıkça, Chris’in bulantısının tarihsel bir dayanağı olduğunu görüyoruz. Mutlu
olamadıkları için, metalaştıralabilen her şeyi satın alma açlığıyla çocuklarını
da bir makineye indirgeyen ve vitrinde sergilenen bir biblo gibi çocuğunun üzerine
Harward Hukuk etiketini yapıştırma tutkusu duyan bir aileden bahsediyoruz.
Hayatı
boyunca başarıya(!) koşullandırılan Chris borderline bir ailenin kısıtlı
alanında varoluş mücadelesi verirken kırılıyor ve parçaları birleştirmenin
artık mümkün olmadığını gördüğünde ardına bakmadan ismi de dahil olmak üzere
geçmişe dair her şeyi geride bırakmayı seçiyor.
Into the Wild ve Ben-2
Elimdeki son paranın tamamını üzümlü ekmeğe
yatırmıştım. Derme çatma bir hostelde kalıyorduk ve yarın hangi şehirde
olacağımız belli değildi. Olduğumuz şehirde yapacak hiçbir şey olmadığı için bir
arkadaşla otoyol üzerinde birkaç saatlik bir yürüyüşe çıktık. 6 saatin ardından
kaybolduğumuzu kabullenmemiz gerekti. Serseri bir şehirdi. Otomobil camlarından
bira tenekelerini fırlatırken küfredenler, otoyolda araba yarışı yapanlar ve geçit vermez
görünen, otoyola boylu boyunca eşlik eden uçsuz bucaksız bir orman… Çantamdaki
üzümlü ekmeği çıkardım ve yarısını ona uzattım. ”Bana etiğe inanmadığını
söylemiştin” dedi. “İnanmıyorum” dedim.”Sen gerçek anlamda iyi bir insansın”
dedi. ”İyi ya da kötü değilim” dedim. Gün doğana kadar yolumuzu bulamadık. Benzinliklerden
birindeki fast food restaurantına gidip portakal suyu içtik. Sonra o, oracıkta uyudu. Bense asfalta ve orada canlı olarak akan büyük iradeye baktım. Gün doğar
doğmaz kimseye haber vermeden 24 saat uzağa giden bir otobüse atladım. Neler olacağı konusunda fikrim yoktu. Gerçi bunun bir önemi de yoktu.
ON THE ROAD
Standart
bir hayatla bütün bağlarını koparan Chris(Yeni adıyla Alexander), kendini
asfalta vuruyor. Çünkü ancak asfaltta sonsuza dek ilerleyebilir. Defalarca yeniden
başladığı yere dönse de, ancak orada ruhu bir an olsun dinginlik bulabilir.
Arayış yüzeydeyken 4-5 kişilik dar arkadaş grubuyla şişe döndüremez, birbirinin
aynısı cafelerde dikdörtgen şeklindeki bir masanın çevresinde oturup boş boş
insanları kesemez ya da akşamki dizi üzerine saatlerce geveleyemez ya da
potansiyel bir fuck buddy arayışında boktan disco şarkılarında zıp zıp
zıplayamaz…
Belki
gideceği yol hiçbir yere çıkmaz ve belki Kafka’nın söylediği gibi tünelin
sonunda hiçbir zaman ışık olmayacak. Ne var ki Alexander yoldayken bunu
düşünmüyordu. Hiçbir şeyi sahiplenmediği için gündeliğin kaba oyunlarıyla
örtülmüş yaşam coşkusuna giden yolu bulma olanağını ele geçirmişti.
Alexander,
yer değiştirdiği sürece düşünmüyordu ya
da tam tersine çok fazla şeyi aynı anda düşünüyordu. Kısa süreli anılar bile,
12 saat içerisinde yok oluyordu. Algı bölgesine sürekli yeni insanlar ve
imgeler katarak, obsesif-kompulsif bozukluğun hammaddesi olan ifadeleri
boğuyordu. Bunun adı farkındasız farkındalıktı uzakdoğulu bilgelerin tabiriyle.
Jack Kerouac’ı Route 66 üzerinde pusulasını kaybetmiş şekilde ilerleten şey de
buydu. Onlar sahiplenmiyorlardı, onlarda kendini açan şey yolun kendisiydi. Aşık oldukları kadınlar, geçici olarak sıcak bir aile ortamı yaratan insanlar
ve bütün o güzel insanlara ait güzel anılar hep yola aitti.
Alexander Meksika’da makyajlanmış
Amerikan pembe düşünün bedeli olan evsiz insanlarla karşılaştığında 22 yıl
boyunca sahip olduğu her şey için yeniden suçluluk duyuyor(Bütün
mal varlığını evsizlere bağışlayarak bunu göstermişti). Artık Alexander için
hiçbir çıkış kapısı görünmemektedir ve California’nın altın plajlarının
güneyinde bulduğu dehşet, onu yaşama bağlayan son düğümleri de çözer. Alexander bu noktada Beat Kuşağı’nda gördüğümüz Dionysosçu-varoluşçu bir çıkış göstermez, Lynch’in Blue Velvet’de işlediği gibi kendisine “Neden dünyada bu kadar çok
kötülük olduğu” sorusunu sorar ve bütün backpackerların-hoboların atası olan
Jack London’ın kitaplarını yanına alarak Alaska’ya çekilmeye karar verir. Çünkü
yere göğe sığdırılamayan, endüstri grisine boyanmış medeniyet henüz o
topraklara uğramamıştır. Çünkü küçük şeyler için ruhunu pazarlayanların yolu
oraya düşmez. Alaska onun için gidilebilecek en uç nokta olarak görünür. Çünkü
orada asfalt biter ve yolunu sen açarsın(bkz. Konfüçyüs). Bu onun için bir intihar yürüyüşü
olacaktır. Doğrudan kendisine itiraf edemese de geri dönüşünü sağlayabilecek bütün
araçları bilinçli olarak geride bırakacak ve adım adım ölümüne gidecektir. Jim Morrison bir uçak kazasında ölmeyi tercih ettiğini söylemişti, son dakikalara yayılan
ölümün dehşetini bir dikişte içebilmek için. Alexander bunu birkaç aya yayma
yolunu tutacaktır.
MAGIC BUS
Belki bir adım kalmıştır, diyordu Kafka.
Belki bir adım kalmıştır aydınlığı bulmana ama sen o adımı ne zaman atacağını
bilemezsin. Alexander da her ne kadar bilinçaltında ölümünü kararlaştırdıysa da
Magic Bus’ta geçirdiği günler onu dönüştürüyor. Kerouac’ın Zen Kaçıkları’nda
dağların doruklarında bulduğu coşkuyu duyuyor içinde ve satır satır okuduğu
Jack London’ın eserlerinde bütün bu kaosa karşın aslında varoluşun çıplak
haliyle çok güzel olduğunun gösterildiğini görüyor. Ve
doğayla bütünleştikçe, bütün o safsataların uzağında yüzleşiyor kendisiyle. Alexander bütün iyi insanların yazgısı olan bedeli ödüyor: Acı
çekerek… Alaska’da geçirdiği günler, Zen keşişlerinin tabiriyle aydınlanmaya
giden adımlar oluyor onun için. Artık ailesine kızmıyor, insanları eskisi gibi
suçlamıyor, bulunan son fotoğrafındaki içten gülümsemesi yaralarının iyileştiğini
ve sonsuz yaşam coşkusuyla dolu olduğunu gösteriyor. Ve yeni bir başlangıç
için, dönmeye hazır olduğunda bu sefer karşısında aşılmaz bir nehir buluyor.
Tünelin sonuna dek giden Alexander, ışığa
sadece tek bir adım kalmışken yeniden evine, Magic Bus’a dönmek zorunda kalıyor.Çok
sevdiği evi artık onun için bir tabut görünümünde olacaktır ve 2 yıl boyunca
aralıksız ilerlemenin yorgunluğunu artık bedeni taşıyamamaktadır. Dinlenmeye
ihtiyacı vardır Alexander’ın ve o zaman fark ediyor ki, isterse hep orada,
bütün bunlara başladığı yerde kalabilir ve gerçekten en ötesine dek
gidebildiyse, sadece yıldızları izleyerek de ölüme gülümseyebilir…
YOL BİZDİK!
Biz bu yolda olmayı seçmemiştik.
Getirildik. Yıllar aşındıkça bu gerçek içimizde daha derin yaralar açtı. Yol
hiç bitmezdi. Yol belirsizdi. Yol tehlikeliydi. Yol kutsaldı. Yolda ayak basılmaması
gereken yerler vardı. Yola saygısızlık yapılamazdı. Yol bölünmez bir bütündü.
Yol, yollularındı. Yol, uzardı, hiç sonu yoktu. Yol sürrealistti, kapana
kısılmazdı. YOL BİZDİK!
NEO BEAT KUŞAĞI
www.twitter.com/enjolrasx
enjolras
NEO BEAT KUŞAĞI
www.twitter.com/enjolrasx
filmin ardından bu yazıyı okumak insanda yeniden her şeyi bırakp yollara düşme tutkusu uyandırıyor.
YanıtlaSil