EMPİRİK DEJAVU
Seninle bir yerde tanışmıştık. Şu an çıkaramıyorum, önemi
yok bazen kendimi de unuttuğum oluyor. Saçların siyahtı o zamanlar, muhtemelen
yanılıyorumdur. Bir noktada bütün insanlar birbirine benziyor. İnsan bedeni
nedir ki…İkimizin de aylak ve tekin olmadığı bir gecede pagan
şarkılar çalan grubun çıktığı sahnenin hemen önünde saçları bembeyaz olan
vampir görünümlü 21 yaşında bir genç vardı. Muazzam bir psişik yetenekle ne
zaman gözlerimizi onun üzerine diksek fark ederek bize gülümser ve her notasını
ezberlediği şarkıyla kendinden geçerdi. Bu olaydaki ana karakter belki sen
değilsindir ama şu an öyküyü anlatırken ikimizin de bu sahne içinde olduğunu
canlandırabiliyorum.
Muhtemelen bende telefon numaran yoktur. Yine de bunun çok
önemli olmaması gerekir. İkinci dereceden her iletişim sürecinde olduğu gibi
bir insanı 10 tane rakamla adlandırmak ve bunları tek tek tuşladığında ona
ulaşabilmek bütün bunları mekanikleştiriyor. Sanırım ilk tanıştığımızda mavi
saçlıydın, bunun üzerinde çok durma, muhtemelen yanlış anımsıyorumdur ve o
sıralar şehrin en esaslı serserilerinden biriydim ben de. Serseriliğim salt
davranışlarımdan doğmuyordu. Yine de bütün şehirde benim kadar irrasyonel bir
kişi olmadığına bahse girebilirdin. O yıllarda pek duygusal bulmazdım seni ve
bu açıdan seni her şeyden çok ilgiye değer bulurdum. İlgim ağlak aşıkların ezberlediği
reflekslerden oldukça farklıydı. Tümüyle anın içinde bulduğumuz, kesintisiz bir
odaklanmaya dayanan bir ilgiydi bu. Bugüne dek kimsenin sana, benim o günlerde
yoğunlaştığım kadar yoğunlaşmadığına bahse girebilirdin.
Canlı bir akım gibi sokaklarda oradan oraya savrulurken,
konuştuğumuz her insanın, yaşadığımız her anın ve bir şekilde parçası olduğumuz
her öykünün, gün doğumuna kadar sarkan her uzun gecenin ve kendimizi bulduran
her şarkının sonunda gerçekten hiçbir şeyi düşünmeden karanlık koridorun
sonunda akmakta olan sahneye giderken bir an için durur ve birbirimize
bakardık. Senin bana sorduğun ve benim bir kerede cevaplayamayacağım -o
günlerde hiçbir şeyi cevaplayamıyordum- sorulardan kaçma adına başka başka
yönlere doğru ilerleyen bir girdap içerisinde yitip giderken, aslında bir
şekilde ayakta -yalpalasak da- durabildiğimizi görürdük. İnsanlara çarpa çarpa
kendimize bir yol açmaya çalıştığımız bu kalabalığın ortasında –çılgın
kalabalıktan uzak- kalabilen birilerinin olup olmadığını umursamadan
ilerledik hep.
Bir ormanın başlangıcında marketten aldığım küçük çikolataları tek
tek incelerken git gide kısılan gün ışığına doğru uzanan mistik ormana
bakardım. Kimsenin ilgi göstermediği bu topraklara doğru açılan bir yazgım
olduğumu bilirdim ama yazgımın beni nereye götüreceğini umursamazdım.
Yıllar önce bir kez daha tanışmıştık seninle. O yıllarda henüz
hümanist ve duygusal bir çocuktum. Saçma fikirlerim vardı. Şu an içinde olduğum
deneyimlere oranla her şey fazla yeniydi benim için ve bütün acemiler gibi
bisikletin üzerinde son hızda sahil boyunca ilerlerdim. Ve belki de bu uzun
ilerlemeler tümüyle yok etti duygusal yönümü. Bir öykü anlatmıştım sana,
bilirsin bir gün geçmişi olmayan bir adam, geleceğini aramaya çıkmış…
O yıllarda da ilişkiye inanan, kariyer tasarıları yapan ve
dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi saçma sapan yaşantısına yeni anlamlar
katmaya çalışan insanlar vardı ve biz o yıllarda da uzaktık onlara. Her gün
18.35’te The Doors’tan The End’i dinlerdim. Odanın içinde şarkı dalgalanırken,
parça parça uzayan beş kesintisiz gün boyunca oradan oraya savrulduğumuz
festivallerden birinde, soğuk bir gecede, gökyüzünün ne kadar da anlamlı
olduğunu düşünürdüm. Hiçbir şey yapmadan saatlerce bakabilirdim ona, saatlerce
susabilirdim çok konuşmama inat… Bütün bunları bir başkasıyla paylaşmaya
gerek kalmazdı. Gecenin 5’inde Bulutsuzluk Özlemi tatlı bir hüzünle “Güneye Giderken”i çalarken,
solda güneş yükselirdi ve çocuklar gibi zıplardık hiçbir şeyi düşünmeden. Henüz
müzik dinlemediğim yıllarda -11 yaşındayken- bir gün Bulutsuzluk Özlemi ve
DSS’yi dinlemeyi planladığımı anlatmış mıydım sana. Söylediğim bunca anlamsız
şeyin ortasında en azından buna da değinmiş olmalıyım. Ve sen de o yıllarda
benim gibi olmalısın. O yıllarda da dolunay en parlak haliyle bütün yıldızları
gölgede bırakırken, -hala şiir yazabiliyordum- anlamsız birçok şeyin içinde
olurdum. Yaşadıkça profesyonelleşiyor insan.
Şu an üzerinden geçtiğimiz bu anın ortasında her şey ne kadar da kusursuz ve sen ne kadar da gerçeksin. Kendi bir başkasıdır, demişti Fransız bir şair, Fransızca bilmediğim için yanlış anımsıyor da olabilirim. Şu an bir başkası olduğum gerçeği ne denli doğru görünüyor sana ve bir fast food restaurantının balkonundan bütün bu telaşlı insanları izlerken neden böylesine anlamsız bir yerde durduğumuzu da düşünmeden, bütün bunları bir köşede bıraksak, şehir eskisi gibi yerinde kalsa -oysa çoktan değişmiştir- yine de girdiğimiz hiçbir sokakta geçmişe dair bir şey bulamayız. Geçmiş diye bir şey yoktur, demişti amatör bir kuantumcu; bilmem anımsıyor musun? Birbirine eklendiğinde buradan Ay’a kadar gidebilecek bütün bu anların aslında varoluşun açılım sürecindeki küçük detaylar olduğunu ikimiz de biliyoruz.
Bir keresinde zamanı gerçek anlamda durdurmaya çalıştığımı
söylemiş miydim sana?
Bir keresinde aynanın karşısında kendime bakarken üç saniyeliğine
de olsa adımı çıkaramadığımı?
Bir keresinde gördüğüm bir düşün bir sene sonra bire bir
yaşandığını?
Bir keresinde çok cesur olduğumu ama bunu ne kendimin ne de bir
başkasının anımsamadığını ve bu cesaretin anlamsızlığını?
Bir keresinde 24 saat aralıksız yürüdüğümü ama yolun hiçbir yöne
çıkmadığını ve biraz düşündükten sonra yürümeye devam ettiğimi?
enjolras
www.twitter.com/enjolrasx
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder