25 Mart 2012 Pazar

‘Ben’, ‘Tanrı’ ve ‘Doğa’ Kapsamında Doğu




‘Ben’, ‘Tanrı’ ve ‘Doğa’ Kapsamında Doğu





Bilindiği üzere Doğu her daim insanlığın popüler meselelerinden olmuştur. Hem insanlık tarihinin başlangıç evresine ve ilk medeniyetlere hem de dinler tarihine ev sahipliği yapmış olması bütün toplumların nerdeyse tüm kesimlerinin az çok bir Doğu bilgisine sahip olmalarını sağlamıştır. Ortadoğu belki de en fazla bu bağlamda işlenmiş, yazılmış ve çizilmiştir. Hz.Adem ve Havva Arafat Dağında ilk kez dünya üzerinde buluşmuş, Hz. Süleyman o yıkılmaz, mühendislik ustası duvarını Kenan ilinde inşa etmiş, ilk yazı icadı Mezopotamya’da Sümerler tarafından bulunmuştur…
Aslında bu yazının konusu tam olarak bu dinamikler üzerinden belki de farazi birtakım temellendirmelerle güncel Ortadoğu ve Doğu sorunlarına farklı bir yaklaşım kazandırabilmektir. Tabi ki varsayımlar oryantalizmin geniş bilgi ve gözlemlerinin esaretinden kurtulmuş değildir.
Öncelikle yazının başlığını açıklamak bir giriş yapmanın konuya daha fazla açıklık getireceği kanısındayım. Ben, tanrı ve doğa ayrımını neden konuya eklediğim hususunda Descartes’in felsefe ayrımına atıf yapmak gereğini duydum. Descartes felsefeye ilk kez ben, tanrı ve doğa ayrımlarını getiren filozof olarak bilinir. İşte bu ayrım nedir ve bizi hangi açıdan ilgilendirir ona şimdi açıklık getireceğiz.


‘Ben’ yani özne olarak, toplumdan ve değer mekanizmalarının esaretin kurtulmuş bir ‘ben’ tahayyülü Batı medeniyetinin temelidir. Esaretten kurtulmuşluk hem fiziki hem de zihinsel anlamda kurtuluşu temsil eder. Bunu bireyin insan olarak düşünce arayışını kendi başına tamamlaması olarak değerlendirmek yanlış bir tespit olmaz. Burada toplumun, sınıfın, grubun, duygunun, önyargının sarmalamış olmadığı bir ‘ben’dir.
‘Tanrı’ kavramı diğer kavramlardan en hassası belki de Descartes için. İnsana işlemiş, emredilmiş, önceden planlanmış bir hareket alanı, bir toplumsal düzen, sosyal yaşam değil, belki de Tanrı’nın gölgesi ışığında yeni bir denetim ve etki oluşturan tanrısız insan ve dünya düzeni. Yani egemenliği tamamen tanrıdan alıp, yeryüzüne indirme gayesi. Bir diğer ifadeyle Hıristiyanlığın içine işlemiş olan teslis ile bütünleşik bir insandan kaçış. İktidarı ve sınırsızlığı belirme üzerine bir çözümleme.
‘Doğa’ tanrı tarafından yaratılan ve insana mükemmel bir şekilde bırakılan bir hareket sahasını olduğu gibi kabul etmek yerine daha fazla anlamaya çalışıp ondan maksimum seviyede yararlanma çabası. İşte burada bilim denen insan yapımı bir olgu karşımıza çıkıyor. Bu olgu deneysel bilginin akıl yürütme ve cesaretle ortaya konmasıyla oluşmaktadır. Doğa kavramının ayrılmasındaki amaç insanın daha mutlu yaşama layık olduğu ve eldekiyle yetinmesin mantık çerçevesinde imkansızlığı ve bilimsel düşüncenin evreni kavrayışa temel oluşturduğudur.
Peki neden Doğu ve Batı olarak farklıyız?
Bunun için sosyal yapının oluşumlarına ve yapılarına bakmak gereklidir.( ben-tanrı ve doğa kapsamında) Öncelikle toplumun karakter oluşumunu belirleyen ana karakterin üretim ilişkileri olduğunu hatırlatmakta yarar var. Ama üretim ilişkileri alt tabakadan üst tabakaya doğru evrimsel bir süreç geçirdiği için bunun tarihsel oluşumlarını tümüyle incelemek şu an için bu yazı kapsamında imkansız görünüyor.


Doğuda iktidar her zaman merkezidir. Güç tanrısaldır, kutsanmıştır( merkezin gücü tanrı-ben-doğa ayrımına tabi tutulmaz). Sosyal yapı merkezi iktidarın yukarıdan aşağıya doğru şekillendirmesiyle oluşmuştur. Toplumu bütün olarak elde tutan esas güç üstyapının tekelidir. İktidar sahipleri hiçbir zaman ellerindeki bu gücün bırakılmasına razı olmamışlardır. Bu duruma meşruiyet kazandırmak için ellerindeki gücün tanrısal olduğuna alt yapıyı inandırmışlardır. ( ben- tanrı ayrımı ortadan kalkmıştır) Devam eden bu süreçte altyapının farklı oluşumlarına izin verilmemiş, güç ve zenginlik üstyapının hırsının insafına bırakılmıştır. Tabiatıyla altyapı uzun vadede üretme ruhunu kaybetmiş tamamıyla merkezden gelen şekillendirmeye uyum göstermek zorunda kalmıştır. Oysa Roma’dan beri feodal merkezi olmayan güçler kendilerini kabul ettirmiş ve kendilerini idame etmişlerdir. Görünüşte kaosu andıran altyapı Batı için temsili sisteme geçişte kolaylık sağlamıştır. Bu temsili geçiş aslında Batı içinde arzu edilen bir durum olmamıştır hiçbir zaman. Fakat süregelen periyotta gücün farklı mekanizmalar tarafından dağıtılmış olması çağların gereklilikleri doğrultusunda evrimleşmiştir.
Yürütme, yargı, yasama ayrımları Montesquieu tarafından sistemli olarak sunulsa da esasen hukuksal ayrımın temellendirilmesi Roma’da aranmalıdır. Çünkü Roma özel mülkiyet esaslı hukuk sitemiyle var olan modern sitemin esasını teşkil etmiştir. Doğu da ise hiçbir dönemde özel mülkiyet sistemi tam anlamıyla gelişmemiştir. Ta Mısır’da bile Firavunlar tanrı adına mülkiyetin sahibiydiler. Geri kalan tebaa ise köle sıfatındaydı.( tanrı- ben ayrımı yok herkes tanrı adına merkeze hizmet ediyor) Doğunun diğer toplumlarında da durum farklı değildir. Mülk her zaman merkezi gücün tekelindedir. Osmanlı, Pers, Hun, Çin medeniyetlerinde merkezi güç üretim fonksiyonları üzerindeki tekeldiler.


Modern çağlarda bu ayrım gitgide daha da belirginleşmiştir. Sosyal ve toplumsal mekanizmalardaki ayrım bireyleri daha aktif hale getirmiş ve kaos olarak tanımlanan yapı zenginliğe, üretim fazlalığına taşımıştır. Sürecin etkisi, kuşkuyla bakılarak, gerilemenin boyutuna ne kadar sebep olduğunu ortaya koyabilir. Basite indirgemek olan bu durum, toplumu masaya yatırıp üzerinde operasyon yapmaya benziyor gibi görünse de küçümsenmeyecek kadar öneme haizdir.


Değinilmesi gereken başka husus da evrim sürecidir. Evrim genel çerçevede( şayet doğruysa) hep ileriye doğru işlemektedir. Geriye doğru olmayan evrim kendine has tutumlar sergiler. Yapay olamaz aksine kendiliğindendir, nedenseldir. Açıklık kazandırmak gerekirse dönüşerek belli bir noktaya varmış olan ilerleme kendinden önceki süreçler göz önüne alınmaksızın alınıp herhangi bir yere monte edilemez. Hele ki sosyal yapılarda bu mümkün değildir. Yani esasen burada Batı’daki gelişmeleri Doğu’nun aynen takip ederek onun seviyesine çıkamayacağı vurgulanmak istenmektedir. Sosyal yapılar ancak ve ancak evrime tabi tutularak monte edilebilir. Doğu’nun esas problemi bugün budur. Devrim adı altında taşınan kurumlar mevcut sistemi de çökerterek Batı’ya olan bağımlılığı arttırmaktadır. Esas olan sürece evrim mantığını kazandırmaktır ya da en orijinal bir Doğu yöntemi bulmaktır.

Cihat ÇİFTÇİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder