9 Mart 2012 Cuma

Varoluş Mücadelesi ve Siyasete Giriş Üzerine Tezler


VAROLUŞ MÜCADELESİ ve SİYASETE GİRİŞ ÜZERİNE TEZLER





Şiir yazmaya, okumayı öğrenmeden önce başladım. Siyasetle ilgilenmeye ise okumayı öğrendikten hemen sonra.

Okuduğum ilk sözcük siyasiydi. Okuduğum ilk kitap siyasiydi. Bir kazmanın öyküsünü anlatıyordu. Nasıl ağaç formundan, kazma formuna dönüştüğünü… Bedeninin nasıl meta olarak kullanıldığını... O dönemlerde henüz Uzakdoğu’nun yoksul ülkelerinde seks turizmi alanında yaşanan patlamanın, sadomazoşist eğilimler konusunda patlama gösteren yarı gelişmiş ya da tam gelişmiş ülkelerin pedofilik eğilimleriyle bağlantılı olduğunu bilmiyordum.

Okuduğum ilk kitap siyasiydi ve bir kazmanın metalaştırılma sürecinden bahsediyordu. Ondan sonra okuduğum bütün kitapları ve duyduğum bütün masalları siyasi buldum. Hansel’le Gretel’den, Cinderalla’ya, hatta 7 cücelere kadar…

Ve gördüm ki, deforme olmuşluk hayatın her noktasına bir şekilde dokunmuş. Bildiğimiz, tanıdığımız, hakkında konuştuğumuz ne varsa deforme olmuş. En çok da biz deforme olmuşuz. Özümüz parçalanmış ve ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış.Özü parçalanmışlar her yerdeydi. Onları görmek için çok uzaklara gitmek gerekmiyordu. Otobüs sırasında, kaldırımı adımlarken, cafenin birinde kahveni yudumlarken görüyordun onları. Kuşatılmıştın.

Varoluş çamur formundaydı. Daha değerli bir şey formunda değil. Yapış yapıştı her şey ve yaşadıkça ayakkabına yapışan çamur tabakasının kat kat olması gibi, daha da katlanıyordu. Yaşadıkça çamura batıyordun yani.

Okuduğum ilk kitap siyasiydi ve ondan sonra gördüğüm her şey siyasi oldu. Fark ettim ki, öğrenme sürecine dayalı her şey, gazeteler, televizyon kanalları, olgun gelenek övücüleri, dogmatik eğitim sistemi ve diğer uyuşturucular… Bizi elimizi havaya kaldırmaktan bile alıkoyan bütün o çeldiriciler… Her yerdeydi onlar, kuşatılmıştık.Merkezi tek bir noktada ama çevresi hiçbir yerde olmayan bir çemberin içine düşmek gibi. Çıkılamıyordu oradan.

Sonra gördüm ki, belli kaçış noktaları vardır. Gün doğumundan hemen önce Going to California’yı ya da geceyarısından hemen sonra Strawberry Fields Forever’ı dinlemek bir kaçıştır. Senin gibi olduğunu düşündüğün insanlarla bir cafede bu konulara dalmak da… Duygusala sarmak, sanata vurmak, çalışmaya batmak ya da amaçsızca amaçsız olduğunun farkına varmak da…

Bu süreçte milenyuma girildi. Güney Amerika 50 sene öncesi denli ABD’ye bağımlı, Rusya ve Çin doğunun yeni emperyalist baronları olmuş, Uzakdoğu’da turizm yükselen bir ivme kazanmaya devam ediyor. Ve hala soykırımlarla katliamlar devam ediyor. Hiçbir şey değişmemiş. Çin ve Hindistan gibi çocuk işçi cennetlerinde üretilen teknolojik oyuncaklar sayesinde her şey daha ulaşılabilir olmuş sadece, daha “tüketilebilir”.

Hayat bir meta olmuş, yaşamak ise tüketicilik. Hepimiz sonuna dek sömürmeye başlamışız, farklı denklemlerde, farklı üretim süreçlerinin metası olurken bir yandan da.

Evet, kazmayla ilgili öyküyü okurken, bunu ifade edecek sözcükler belki yoktu elimde.Ama sanırım elimde olsa şunu derdim:

-Evet, sizin sistemleriniz, dokunulmazlarınız, kurgularınız var. Paranoyakça kurguladığınız hayatları hapsettiğiniz kalıplarınız, baltaladığınız öyküleriniz, unuttuğunuz duyumsamalarınız var. Ve belki sizin için gün batımında güneş hafifçe alçalırken, aynı Güneş’in altında kaybedilecek ya da kazanılacak hiçbir şey yok. Edimsel olarak kaybetmeye koşullandınız ve sistematik olarak sürekli kaybediyorsunuz. Düşleriniz hırçın irkilmelerle kesiliyor. Elinizde antidepresanlarınız, ilişkileriniz, savunduğunuz siyasi akımlar, hırçınca taraftarlığını yaptığınız sistemler var. Ama başlangıç noktası üzerine düşünülmez. Neden böyle oldu, neden iyiye dair olan ne varsa karanlığın mengenesine sıkıştırılarak boğuldu, neden iyiler hep kaybederken, bu kadar çok kana, militarizme, vahşete ve zulme bulandık.Neden bu kadar deforme oldunuz?
Neden bu kadar bozuldunuz? Özünüz neden böylesine parçalandı? Bunun cevabını kim verecek?


ARAYIŞ(2011-Yaz)
Şehirlerin en sevdiğim yanı girişleriydi. Genelde hemen şehrin girişinde bulunduğum araçtan iner, şehre girmeden önce sınırdaki tabelayla göz göze gelir, o mesafeyi yürüyerek almayı tercih ederdim. Sonra inandım ki mutluluğu da böyle yaşamak en ideal olanıdır. Oysa bugüne dek her şeyde acele etmiştim ben. Kullanılıp atılan hayatlar gibi tüketmiştim dokunduğum her şeyi... Hakan Günday’ın dediği gibi: “Farkına varılacak bir şey kalmayınca, sıradaki hayat gelsin dedim”.

Kırıcılığı ve yırtıcılığıyla bir buçuk ay boyunca ülke içinde sürüklenip durdum. Gün ortasının kuru ikliminde kaybettiklerim, gecelerin ortasında duyulan sözsüz ezgilere karıştı. Kaç gece gökyüzüne sarılarak, yalnız başıma açık alanda bir uyku tulumunda, battaniyeye sarılarak uyandım. Macera, özü gereği romantik değildi. Kutsal bir şey yaptığımı hissetmiyordum.

O an geride bıraktığım her şey, oyun oynayan çocuklar, eğlence bulma amacıyla balkonundan çay içerek sokakları izleyen erken yaşlanmış kadınlar, dükkanının önünde oyalanan esnaflar ve hepsinden farklı olarak, bir sahil kenarında tek başına denize bakarak kitap okumaya çalışan ama sayfalarını çevirmediklerini metrelerce öteden hissedebildiğim o kaybedenler ordusu...

Maceranın doğasında romantizm yoktu. Geceleri uyandığım zaman, çevrede serseri köpeklerden başka konuşan bir canlı olmadığında romantizm yoktu. Yüksek tepelere, bata çıka sıyrıklara bulanarak tırmanırken, sekiz saat yürüdükten sonra spor ayakkabılarla kumsalı adımlarken, birbirinin aynısı sokaklara açılan sıkıcı şehir merkezlerinde ararken de bulunamıyordu o. Karşı şehrin hayalperest ışıkları gün batımının ardından dalgalara yansıdığında, sonsuzluğun siluetinden kadife düşüncelere gark eylemiyordum.

Derin meselelerin romantizmle ilgisi yoktu. Arayış hiç romantik değil mesela. aksine duygulardan çok uzak olduğu bile söylenebilir. Evet, arayış hiç romantik değildi. Asfalt gibi. Gerçi ben de hiçbir zaman başarılı bir romantik olmamıştım.

O son günlerden birinde, otostopla bindiğim aracın camından ileriye doğru anlamsızca bakarken, yokuşa açılan asfaltın sonunun görünmediğini fark ettim. Geceydi, yol kısmen aydınlanıyordu. Sadece yol vardı. Ve hep olacaktı. Bir buçuk ay boyunca aştığım binlerce kilometrenin ardından amaçsızlığımı hiç olmadığı kadar derinden duyumsadım. Yüksek ülküler, idealler, kurtuluş mücadeleleri, hepsi gözümde ufalanmıştı. Gerçek, yoldu. Her şey yolda başlayıp yolda bitecekti.

Biz bu yolda olmayı seçmemiştik. Kimse sormamıştı bize doğmadan önce. Küçük ve bilgisizdik. Düşüncelerimizi anlatacak sistematik sözcükleri bilmiyorduk. Ağlamayı biliyorduk sadece. Yürüyemiyorduk, emekleyebiliyorduk ancak. Masadan bir şey almak istesek, uzanamıyorduk. Kısacası bütün elde etme olanaklarından yoksunduk. Yaradılışımızın nedeni değildik. Masanın üzerinde duran vazoyla aynı boyutlarında mülkiyet sistemine tabi tutuluyorduk. Dünyaya ge-ti-ril-miş-tik. Ebedi yanaşmaydık. Varoluşun ebedi yanaşması, bir gün varoluşu aramaya çıkmış ve varoluş demiş ki ona:"Nesin sen".

Sözcükler kadar vardık. Onun açtığı olasılıklar denli düşünebilir, onlar denli sevebilir, onların boyutunca hayaller kurabilirdik. Kimse bize sormamıştı. "İlerle, belki anlamını bulursun" dediler. İlerledik, en sonuna dek hem de. Dünyaya getirildiğimiz gibi.

Biz bu yolda olmayı seçmemiştik. Getirildik. Yıllar aşındıkça bu gerçek içimizde daha derin yaralar açtı. Yol hiç bitmezdi. Yol belirsizdi. Yol tehlikeliydi. Yol kutsaldı. Yolda ayak basılmaması gereken yerler vardı. Yola saygısızlık yapılamazdı. Yol, yollularındı. Yol, uzardı, hiç sonu yoktu. Yol sürrealistti, kapana kısılmazdı. Yol bizdik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder