9 Mart 2012 Cuma

Varoşlara Gidiyoruz


   Haziran 2011                                                                       

VAROŞLARA GİDİYORUZ...





Anlam, hemen oracıkta, çok yakında başlardı. Görülmek istenmezdi, yeterince aydınlık bulunmazdı. "Daha basit bir varoluşumuz da olabilirdi" derlerdi. "Daha basit bir varoluşumuz olur ve ara sokaklara dalmaz, hemen merkezdeki ışıltılı caddelerden geçerdik. Vitrinler ve camekanlar bize seslenirdi. O ışıltı içinde, hislerimiz de ışıl ışıl olurdu. Ötesini önemsemezdik."

Ya da şöyle denirdi:
-Neden bize onları anımsatıyorsunuz. Bakın, biz burada yeterince uzaktayız. Duvarın gerisinde ne var bilmiyoruz. Yoksulluğun dalgaları buradaki kaldırımlara vurmuyor. Seçeneklerimiz var, milyonlarca seçilmiş seçenekten birini seçme özgürlüğümüz... Parlak bir geleceğimiz olacak, neden onu bulandırmak gereksin.

İşte şehirde de, gözle görünmez böyle bir duvar olurdu. Arka sokaklara dalmaktan korkulurdu. Yapay medeniyetle, tükenmişliği ayıran bir duvar... Şehrin yarısı o gölgenin altına düşer. Sokaklar kaldırımsız ve çukurludur. Hayaller isli, gökyüzü bulutludur.

Ne kadar görülmek istenmese de, hemen oracıkta yanıbaşınızda durur. İlerledikçe unutulmuşluğun arttığını duyumsarsınız. Şehrin artıkları ve isler, ardınıza ardınıza sokulur.

Biz varoşlara gidiyoruz. İlk adımı Ankara'nın arka sokaklarını adımlayarak başlatacağız. Eğer ortada bir sorun varsa, çevresinden dolaşılarak ana nedene ulaşılmaz. Doğrudan merkeze gidip o nedeni görmek gerekir.

Biz, unutulmuş olanı anımsatmaya, şehrin en unutulmuş sokaklarının öyküsünü gündeme taşımaya, görmemezlikten gelineni gördürmeye gidiyoruz.

İlk olarak, 30 Nisan Cumartesi günü. Ankara Kalesi'ne doğru ilerledik. Oradan şehrin bütün detayları bir çırpıda görülür. Çevre sokaklarda yoksunluğun izleri kazılıdır. Gördüklerimizi fotoğrafla, yazıyla, kalıcı olabilecek her türlü materyalle ölümsüzleştiriyoruz. Sokak çocuklarının oyunlarına katılıp unutulmuşluğun izlerini aradık, unutulmuş sayfalarda... Bundan sonra da unutturulmak istenen her şeyin, özellikle üzerine gitmeye devam edeceğiz.


Duvarın ardında ne olduğunu merak eden bütün arkadaşları, bize katılmaya çağırıyoruz. Biz ana caddenin ötesine, varoşlara gidiyoruz! 


Önünde kocaman duvarlar duruyordu, tüm bu dertlenmişliğin üzerine bir de sıra sıra, üst üste gelmiş duvarlar sanki onun üzerine geliyordu. Başını yukarı kaldırdı karşıda koca koca tepeler vardı dünyasını örten. Güneşi göremiyordu bu yüzden, bu tepelerin tüm dünyasını örtmesinden... Düşünmeye başladı sadeliğini, anlamsızlığını yaşadığı hayatın. Aklından milyonca kez geçirdiği hayallerinden gerçek alemde zerrelere bile rastlanmıyordu. Susuyordu elbette ama suskunluğunun boyutlarını çok sonraları fark edecekti çünkü zaman geçtikçe kendi ruh aleminde bile suskun kaldığını anımsayacaktı. Üzülecekti, ağlayacaktı… Ve tüm olanca yaşamı yokluğa esir düşecekti…
İçlendi bir an çaresizliğine: Eline aldığı kaçak sigarasını tekrar tekrar derinlemesine içine çekti; tüm acılarını sanki sinesinden çıkarırcasına. Akşam oluyordu her zamanki gibi sahip olamadığı varoşlara. Karanlık üzerine üzerine bastırıyordu. Bu akşam gene aynı tepeye çıkmıştı varlığını anlamak için uzaklardaki yaşamın. Her baktığında dumanlar kalın kalın çıkıyordu bacalardan uzaklardaki yaşamda. Düşündü bir an oralardaki insanları. Aralarında insanlığın bütün yıkılmışlıkları sanki ilahi bir lütufmuşçasına yoksunlara, yoksullara hediye edilmişti. İsyan ediyordu hayata haykırışlarla; o yaşayamadığı zenginliklere özlem duyarak.
Sadece koşmak istiyordu köhne yapılar arasında; koşmak istiyordu taşımak için uzak diyarlara çaresizliği. Duman kokan çehreden, ucuz kömür sislerinden, ekmek kuyruklarından, belediye sadakalarından sadece şunu anlamıştı:Merhamet cehaletti. Merhamet yoksunluktu. Kimse kimseye üstün olmamalıydı. Acılar bölüşülmeliydi her şeyden önce; ne mal ne de mülk. Acılar ağır geliyor çünkü ona. Mutluluğu sonradan bulabilirdi insanlık yeter ki acılar paylaşın. Kimsecikler yoksun kalmasın bir parça hayalden; yok etmişti bu hayat hayallerini çünkü.

Ellerini uzak alemlere açarak belki de isyana varırcasına sesleniyordu: BİTSİN,  BİTSİN, BİTSİN… Sonlansın bu sonlulukla sonsuzluk arasındaki umutsuzluk halimiz.
Tarihten beri düzen böyleydi.
Düşman saldırısıyla ilk karşılaşacak olanlar, yangında ilk vazgeçilecek olanlar onlardı.
Çıplak baldırlı gençlerdi toprak sahalarda; duvarlara ‘soyunma odası’ yazısı yazarak duvar diplerinde soyunan. Sonra çamur banyosu yaparak leğenlerde ana eliyle yıkanan elbise selesine atılan düz çizgili formaların asıl ve yegane sahipleriydi onlar.
Kent sinemalarına gidemeyen ama her kent sinemasında konu olan aktörler, aktrislerdi: Sinema tadını hayattan alan. Uzakların çocuklarıydı; onlar bizlere ve modernliğe ait olmayan. Kimsesizlik ile yoğrulmuş bir toplumsallığın ertesinde doğan gecikmeli bir topluluktu onlar. İnsan olmayı hak etmiyordu kimselerin gözünde… yaşamayı küçücük evlerde, oyun oynamayı daracık sokaklarda … hak etmişti onlar.
Umutsuzluk artık bir öteleme olmuştu yaşamlarında her şeyi. Şiar edinmekti umutsuzluğu belki de asıl olan. Oysa umutsuzluk ölümcül bir hastalıktı. Bu da bilinen bir gerçekti herkes tarafından.
"Büyük insanlığın toprağında gölge yok
 sokağında fener, penceresinde cam...
 ama umudu var büyük insanlığın, 
 umutsuz yaşanmıyor!(Nazım Hikmet)”                          


     TUTUNAMAYANLAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder