VAROLUŞ MÜCADELESİ ve SİYASETE
GİRİŞ ÜZERİNE TEZLER
Şiir yazmaya, okumayı
öğrenmeden önce başladım. Siyasetle ilgilenmeye ise okumayı öğrendikten hemen
sonra.
Okuduğum ilk sözcük
siyasiydi. Okuduğum ilk kitap siyasiydi. Bir kazmanın öyküsünü anlatıyordu.
Nasıl ağaç formundan, kazma formuna dönüştüğünü… Bedeninin nasıl meta olarak
kullanıldığını... O dönemlerde henüz Uzakdoğu’nun yoksul ülkelerinde seks
turizmi alanında yaşanan patlamanın, sadomazoşist eğilimler konusunda patlama
gösteren yarı gelişmiş ya da tam gelişmiş ülkelerin pedofilik eğilimleriyle
bağlantılı olduğunu bilmiyordum.
Okuduğum ilk kitap
siyasiydi ve bir kazmanın metalaştırılma sürecinden bahsediyordu. Ondan sonra
okuduğum bütün kitapları ve duyduğum bütün masalları siyasi buldum. Hansel’le
Gretel’den, Cinderalla’ya, hatta 7 cücelere kadar…
Ve gördüm ki, deforme
olmuşluk hayatın her noktasına bir şekilde dokunmuş. Bildiğimiz, tanıdığımız,
hakkında konuştuğumuz ne varsa deforme olmuş. En çok da biz deforme olmuşuz.
Özümüz parçalanmış ve ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış.Özü
parçalanmışlar her yerdeydi. Onları görmek için çok uzaklara gitmek gerekmiyordu.
Otobüs sırasında, kaldırımı adımlarken, cafenin birinde kahveni yudumlarken görüyordun
onları. Kuşatılmıştın.
Varoluş çamur
formundaydı. Daha değerli bir şey formunda değil. Yapış yapıştı her şey ve
yaşadıkça ayakkabına yapışan çamur tabakasının kat kat olması gibi, daha da katlanıyordu.
Yaşadıkça çamura batıyordun yani.
Okuduğum ilk kitap
siyasiydi ve ondan sonra gördüğüm her şey siyasi oldu. Fark ettim ki, öğrenme
sürecine dayalı her şey, gazeteler, televizyon kanalları, olgun gelenek
övücüleri, dogmatik eğitim sistemi ve diğer uyuşturucular… Bizi elimizi havaya
kaldırmaktan bile alıkoyan bütün o çeldiriciler… Her yerdeydi onlar,
kuşatılmıştık.Merkezi tek bir noktada ama çevresi hiçbir yerde olmayan bir
çemberin içine düşmek gibi. Çıkılamıyordu oradan.
Sonra gördüm ki,
belli kaçış noktaları vardır. Gün doğumundan hemen önce Going to California’yı ya
da geceyarısından hemen sonra Strawberry Fields Forever’ı dinlemek bir kaçıştır.
Senin gibi olduğunu düşündüğün insanlarla bir cafede bu konulara dalmak da…
Duygusala sarmak, sanata vurmak, çalışmaya batmak ya da amaçsızca amaçsız
olduğunun farkına varmak da…
Bu süreçte milenyuma
girildi. Güney Amerika 50 sene öncesi denli ABD’ye bağımlı, Rusya ve Çin
doğunun yeni emperyalist baronları olmuş, Uzakdoğu’da turizm yükselen bir ivme
kazanmaya devam ediyor. Ve hala soykırımlarla katliamlar devam ediyor. Hiçbir
şey değişmemiş. Çin ve Hindistan gibi çocuk işçi cennetlerinde üretilen
teknolojik oyuncaklar sayesinde her şey daha ulaşılabilir olmuş sadece, daha
“tüketilebilir”.
Hayat bir meta olmuş,
yaşamak ise tüketicilik. Hepimiz sonuna dek sömürmeye başlamışız, farklı
denklemlerde, farklı üretim süreçlerinin metası olurken bir yandan da.
Evet, kazmayla ilgili
öyküyü okurken, bunu ifade edecek sözcükler belki yoktu elimde.Ama sanırım
elimde olsa şunu derdim:
-Evet, sizin
sistemleriniz, dokunulmazlarınız, kurgularınız var. Paranoyakça kurguladığınız
hayatları hapsettiğiniz kalıplarınız, baltaladığınız öyküleriniz, unuttuğunuz duyumsamalarınız
var. Ve belki sizin için gün batımında güneş hafifçe alçalırken, aynı Güneş’in
altında kaybedilecek ya da kazanılacak hiçbir şey yok. Edimsel olarak
kaybetmeye koşullandınız ve sistematik olarak sürekli kaybediyorsunuz.
Düşleriniz hırçın irkilmelerle kesiliyor. Elinizde antidepresanlarınız,
ilişkileriniz, savunduğunuz siyasi akımlar, hırçınca taraftarlığını yaptığınız
sistemler var. Ama başlangıç noktası üzerine düşünülmez. Neden böyle oldu,
neden iyiye dair olan ne varsa karanlığın mengenesine sıkıştırılarak boğuldu,
neden iyiler hep kaybederken, bu kadar çok kana, militarizme, vahşete ve zulme
bulandık.Neden bu kadar deforme oldunuz?
Neden bu kadar
bozuldunuz? Özünüz neden böylesine parçalandı? Bunun cevabını kim verecek?
ARAYIŞ(2011-Yaz)
Şehirlerin en
sevdiğim yanı girişleriydi. Genelde hemen şehrin girişinde bulunduğum araçtan
iner, şehre girmeden önce sınırdaki tabelayla göz göze gelir, o mesafeyi yürüyerek
almayı tercih ederdim. Sonra inandım ki mutluluğu da böyle yaşamak en ideal
olanıdır. Oysa bugüne dek her şeyde acele etmiştim ben. Kullanılıp atılan
hayatlar gibi tüketmiştim dokunduğum her şeyi... Hakan Günday’ın dediği gibi: “Farkına
varılacak bir şey kalmayınca, sıradaki hayat gelsin dedim”.
Kırıcılığı ve
yırtıcılığıyla bir buçuk ay boyunca ülke içinde sürüklenip durdum. Gün
ortasının kuru ikliminde kaybettiklerim, gecelerin ortasında duyulan sözsüz
ezgilere karıştı. Kaç gece gökyüzüne sarılarak, yalnız başıma açık alanda bir
uyku tulumunda, battaniyeye sarılarak uyandım. Macera, özü gereği romantik
değildi. Kutsal bir şey yaptığımı hissetmiyordum.
O an geride
bıraktığım her şey, oyun oynayan çocuklar, eğlence bulma amacıyla balkonundan
çay içerek sokakları izleyen erken yaşlanmış kadınlar, dükkanının önünde
oyalanan esnaflar ve hepsinden farklı olarak, bir sahil kenarında tek başına
denize bakarak kitap okumaya çalışan ama sayfalarını çevirmediklerini
metrelerce öteden hissedebildiğim o kaybedenler ordusu...
Maceranın
doğasında romantizm yoktu. Geceleri uyandığım zaman, çevrede serseri
köpeklerden başka konuşan bir canlı olmadığında romantizm yoktu. Yüksek
tepelere, bata çıka sıyrıklara bulanarak tırmanırken, sekiz saat yürüdükten
sonra spor ayakkabılarla kumsalı adımlarken, birbirinin aynısı sokaklara açılan
sıkıcı şehir merkezlerinde ararken de bulunamıyordu o. Karşı şehrin hayalperest
ışıkları gün batımının ardından dalgalara yansıdığında, sonsuzluğun siluetinden
kadife düşüncelere gark eylemiyordum.
Derin meselelerin
romantizmle ilgisi yoktu. Arayış hiç romantik değil mesela. aksine duygulardan
çok uzak olduğu bile söylenebilir. Evet, arayış hiç romantik değildi. Asfalt
gibi. Gerçi ben de hiçbir zaman başarılı bir romantik olmamıştım.
O son günlerden
birinde, otostopla bindiğim aracın camından ileriye doğru anlamsızca bakarken,
yokuşa açılan asfaltın sonunun görünmediğini fark ettim. Geceydi, yol kısmen
aydınlanıyordu. Sadece yol vardı. Ve hep olacaktı. Bir buçuk ay boyunca aştığım
binlerce kilometrenin ardından amaçsızlığımı hiç olmadığı kadar derinden
duyumsadım. Yüksek ülküler, idealler, kurtuluş mücadeleleri, hepsi gözümde
ufalanmıştı. Gerçek, yoldu. Her şey yolda başlayıp yolda bitecekti.
Biz bu yolda
olmayı seçmemiştik. Kimse sormamıştı bize doğmadan önce. Küçük ve bilgisizdik.
Düşüncelerimizi anlatacak sistematik sözcükleri bilmiyorduk. Ağlamayı
biliyorduk sadece. Yürüyemiyorduk, emekleyebiliyorduk ancak. Masadan bir şey
almak istesek, uzanamıyorduk. Kısacası bütün elde etme olanaklarından yoksunduk.
Yaradılışımızın nedeni değildik. Masanın üzerinde duran vazoyla aynı
boyutlarında mülkiyet sistemine tabi tutuluyorduk. Dünyaya ge-ti-ril-miş-tik. Ebedi
yanaşmaydık. Varoluşun ebedi yanaşması, bir gün varoluşu aramaya çıkmış ve
varoluş demiş ki ona:"Nesin sen".
Sözcükler kadar
vardık. Onun açtığı olasılıklar denli düşünebilir, onlar denli sevebilir,
onların boyutunca hayaller kurabilirdik. Kimse bize sormamıştı. "İlerle,
belki anlamını bulursun" dediler. İlerledik, en sonuna dek hem de. Dünyaya
getirildiğimiz gibi.
Biz bu yolda
olmayı seçmemiştik. Getirildik. Yıllar aşındıkça bu gerçek içimizde daha derin
yaralar açtı. Yol hiç bitmezdi. Yol belirsizdi. Yol tehlikeliydi. Yol kutsaldı.
Yolda ayak basılmaması gereken yerler vardı. Yola saygısızlık yapılamazdı. Yol,
yollularındı. Yol, uzardı, hiç sonu yoktu. Yol sürrealistti, kapana kısılmazdı.
Yol bizdik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder